T24 Çeviri
Vincent Bevins
2010’dan 2020’ye kadar geçen on yılda insanlık, köklü değişimlerin habercisi gibi görünen kitlesel protestoların büyük bir patlamasına tanık oldu. Bu protestolar Tunus’ta başlayıp Arap dünyasının dört bir yanında patlak verdikten sonra Türkiye, Brezilya, Ukrayna ve Hong Kong gibi ülkelerde de büyük gösteriler düzenlendi. On yılın sonuna gelindiğinde protestolar Sudan, Irak, Cezayir, Avustralya, Fransa, Endonezya, Latin Amerika’nın büyük bölümü, Hindistan, Lübnan ve Haiti’yi sarsıyordu. Bu 10 yıl boyunca, insanlık tarihinin başka hiçbir döneminde olmadığı kadar çok sayıda insan sokak gösterilerine katıldı.
Bu protestoların çoğu, katılımcıları tarafından coşkulu bir zafer olarak deneyimlendi ve uluslararası basında da iyimserlikle karşılandı. Ancak yıllar geçtikten, yabancı muhabirlerin çoğu bölgelerden ayrıldıktan sonra, ayaklanmaların protestocuların hedeflerinden çok farklı sonuçlara- neden olmasa da onlara- nasıl yol açtığını artık görebiliyoruz. Hiçbir yerde işler planlandığı gibi gitmedi. Hatta pek çok durumda işler çok daha kötüye gitti.
Brezilya‘yı ele alalım. 13 Haziran 2013’te São Paulo’da bir caddede durmuş büyüyen bir protesto hareketini haberleştiriyordum ki askeri polis hiçbir uyarıda bulunmadan doğrudan kalabalığın üzerine ateş etmeye başladı. Göz yaşartıcı gaz, şok bombası, belki de plastik mermi- o anda bilmek zordu. Bir konut binasının girişine sığındım. Hâlâ düzenli bir şekilde nefes alabildiğimi teyit ettikten sonra aklımı başıma toplamam ve nerede olduğumu anlamam birkaç dakikamı aldı.
2013 Brezilya protestoları
Polisin baskısı, daha ucuz toplu taşıma talep eden küçük bir solcu ve anarşist grup olan Movimento Passe Livre (MPL) tarafından düzenlenen gösterilere karşı bir sempati patlamasına yol açtı. Milyonlarca insan Brezilya’nın dört bir yanında sokaklara dökülerek siyasi sistemi temelinden sarstı. Yeni göstericiler kitle hareketine daha iyi okullar ve sağlık hizmetleri, daha az yolsuzluk ve polis şiddeti gibi yeni talepler de getirdi.
Hareket Brezilya’nın iktidardaki İşçi Partisi’ne (PT) doğrudan karşı değildi. Sol eğilimli olan bu hükümet, ekonomik büyümeyi yoksulluğu anlamlı bir şekilde hafifleten sosyal politikalarla birleştirmeyi başarmış ve yaygın bir destek toplamıştı. Luiz Inácio Lula da Silva ve halefi Dilma Rousseff’e göre Haziran 2013’te sokağa çıkan insanların istediği sadece bu politikaların genişletilmesiydi.
Ancak 2013’teki protesto hareketinden sadece birkaç yıl sonra Brezilya’nın dünyanın en radikal sağcı seçilmiş lideri Jair Bolsonaro tarafından yönetilmesiyle sonuçlanacak olaylara bir çizgi çekebilirsiniz. Yoksulluk arttıkça ve yetkililer Brezilya vatandaşlarının devlet tarafından öldürülmesiyle övündükçe kamu hizmetleri çökecekti. Kısacası, Brezilya halkı Haziran 2013’te istediklerinin tam tersini elde etti. Bu süreç, 2010’lu yıllar boyunca tüm dünyada yaşanan bir model olarak görülebilir.
Bulaşıcı isyan dalgaları
2010’lu yılların protestoları, kendilerinden önceki pek çok siyasi isyan dalgası gibi bulaşıcıydı. Örneğin, Hong Kong’un “şemsiye hareketi“, Tunus’taki ayaklanmadan esinlenen Mısır’daki Tahrir Meydanı’nı kopyalama girişimi olan Wall Street’i İşgal Et’ten esinlenmişti. Nitekim 13 Haziran 2013 gecesi São Paulo’daki kalabalık üzerlerine göz yaşartıcı gaz sıkılırken şu şekilde bir slogan atmıştı: “Aşk bitti. Türkiye burada!” Aynı anda İstanbul’da devam eden protestolara ve baskılara atıfta bulunuyorlardı. Bunu sloganın atılışını Twitter’da paylaşmamla beraber ve- sosyal medyanın iniş ve çıkışlarıyla ilgili ilk deneyimlerimden birinde- bir anda viral oldu. Sonraki birkaç hafta boyunca, Türkiye’deki protestoların yapıldığı Gezi Parkı’nda ellerinde “Tüm dünya São Paulo’dur” ve “Türkiye ve Brezilya birdir” gibi pankartlar taşıyan insanlardan bir sürü fotoğraf ve mesaj aldım.
Brezilyalı protestocular, Gezi Parkı Eylemleri’ne göndermede bulunuyordu
Peki vurgulanan bu nokta gerçekliğe temas ediyor muydu? Tüm dünya gerçekten Sao Paulo muydu? Ya da Mısırlı bir sloganın daha önce iddia ettiği gibi “her yer Tahrir” demek gerçekten doğru muydu? 2010-2020 protestolarına gerçek anlamda küresel bir yaklaşım getirerek, birçok farklı yerde hangi faktörlerin ortak olduğunu ve hangilerinin önemli ölçüde farklı olduğunu görmeye başlayabiliriz. Bu on yıl boyunca neler olduğunu anlamak ve bundan ders çıkarmak için her ikisine de dikkat etmemiz gerekiyor.
Kitlesel hareketler nasıl beklenenin tam tersi etkiye sebep oldu?
Mısır’da Abdel Fatah al-Sisi’nin yükselişinden
“Her yerin Tahrir” olduğu hissinin nedenlerinden biri dünyadaki bu farklı protestoların pek çok ortak özelliğe sahip olmasıydı. Sıklıkla lidersiz, “yatay” olarak örgütlenmiş, “spontane”, dijital olarak koordine edilmiş, şehir sokaklarında ya da meydanlarda düzenlenen etkinlikler olduklarını hepimiz duyduk. Meydanlar içinde, yaratmaya yardımcı olacakları toplumu “prefigüre ettiği” söylenen biçimler aldılar. O kadar çok protesto bu şekildeydi ki, bir süre için protestoların genel olarak alabilecekleri tek şekil buymuş gibi göründü. Ancak 2010-2020 protesto dalgası hakkında anlaşılması gereken ilk şey, aldıkları biçimlerin önceden verili veya “doğal” olmadığı, belirli tarihsel faktörlerin sonucu olduğudur.
Modern protesto felsefesini şekillendiren gruplardan biri olan ABD’deki Demokratik Toplum için Öğrenciler (SDS), siyah sivil haklar hareketinin kahramanca başarılarından ilham alan sol bir dernekti. 1965 yılında beklenmedik bir ilgi dalgası örgütü sardı. O sonbahar, SDS Vietnam savaşına karşı bir dizi protestoya öncülük etmeyi reddetmiş olsa da medya odağını gruba çevirmeyi seçti. (SDS’nin savaş karşıtı bir örgüt olarak zaten bir ünü vardı, belki de bu nedenle, durmadan zamana karşı yarışmak zorunda olan muhabirler bu ismi bir yerlerde görmüş ve daha geniş bir hikâye anlatmak için kullanabileceklerini düşünmüş olmalı).
SDS’nin başkanı Todd Gitlin daha sonra yazdığı bir yazıda, bu durumun “şaşkın ve tutarsız bir SDS’yi ilgi odağı haline getirdiğini; SDS’nin birdenbire siyasi gerçekliğini büyük ölçüde aşan bir faaliyet ününe sahip olduğunu” hatırladı. SDS’nin genç üyeleri şirket medyasına zaten şüpheyle yaklaşıyordu ama ana akım gazeteciliğin gerçekliği son derece yanıltıcı şekillerde hızla yeniden çerçeveleyebileceğini çok çabuk öğrenmek zorunda kalacaklardı. Fakat aralarından bazıları, fikirlerini yaymak için medyayı nasıl kullanacaklarını öğrenirlerse, tüm bu ilgiyi kendi avantajlarına da çevirebileceklerini kavradılar. 1965 tarihli bir SDS bildirisinde belirtildiği gibi, “Milyonlarca tirajı olan gazetelerin ön sayfalarında fotokopisi çekilen savaş karşıtı bildiriler gördük. On yıl boyunca teksir makinesinin başında olsak bile basının beş günde ulaştığı kadar askere alınabilir genç adama ulaşamazdık.”
1963’te bir SDS ulusal konseyi toplantısı
Bu durum iki sorun ortaya çıkardı. Birinci soru, bunu kimin yapacağı üzerineydi? Neticede, SDS’nin bir basın ofisi yoktu ve gevşek, yarı lidersiz yapıları örgüt adına kimin konuşacağına karar vermeyi zorlaştırıyordu. Bu durum, medya tarafından keyfice seçilen sözcüler ve ünlüler belirlendikçe grubun içinde çatlaklar ortaya çıkmasına neden oldu. İkincisi ise grubun bir anda yaşadığı şöhret yüzünden ortaya çıkan problemler idi. SDS bir yeni üye akınına uğramış ve bir yıl içinde üç kat büyümüştü. Ancak bu yeni gelen üyeler gerçekteki SDS’ye değil, gazetelerde okudukları ve aslında var olmayan bir örgüte katılmak istiyorlardı. Hareketin içine daha uzun saçları, daha az ideolojik bağlılıkları ve örgütle ilgili garip varsayımlarıyla beraber geldiler.
ABD’de SDS ve ilişkili grupların kendilerini sıklıkla içinde gördükleri “Yeni Sol”, Bolşevik devriminin ardından oluşan “Eski Sol” ve komünist hareketlerden çok farklı pratikler benimsedi. Bu eski gelenekte değişim için tercih edilen araç siyasi partiydi. Lenin, Çarlık Rusya’sının şiddetli baskısı bağlamında, devlet iktidarını ele geçirmeyi amaçlayan, hiyerarşik olarak örgütlenmiş, profesyonel devrimcilerden oluşan küçük bir öncüyü savunmuştu. Ayrıca, en az direniş yolunu seçen, tamamen kendiliğinden bir ayaklanmanın, o sırada toplumda egemen olan ideolojiyi üzerine çok düşünmeden benimseyeceğine inanıyordu. Egemen sınıf kendi ideolojisini yaymak için daha fazla güce sahip olduğundan, devrimci hareketin kendi içinde tutarlı bir ideoloji tarafından yönlendirilmesi gerekecekti.
Buna karşılık, SDS’nin yaklaşımı- belki de Yeni Sol hakkında gerçekten “yeni” olan şey- yaratmak istedikleri dünyada görmek istedikleri örgütsel biçimleri direniş sürecinin kendi içinde benimsemeleri gerektiğini dikte ediyordu. Buna verilen isim “prefiguratif siyaset” idi: şu anda yaptığımız şey, yarın yaşamak istediğimiz dünyanın anlık bir görüntüsünü yansıtacaktı. 21. yüzyılda prefigüratif yaklaşım, Arjantin’de doğan ve daha sonra ABD’li anarşist teorisyen Marina Sitrin’in 2006 tarihli bir kitabıyla popülerleşen, örgütlerin katılımcı karar alma süreçleri tarafından yönlendirilmesi ve hiyerarşik olmaması gerektiği fikri olan “yataycılık” ile birleştirildi. Bu yaklaşımın temelinde siyasi temsile, yani politikacılar ve benzeri elitlerin kitleler adına hareket etmesine yönelik derin bir şüphe yatmaktaydı.
Elbette bu tür bir siyasetin her zaman eleştirmenleri olmuştur. Örneğin, feminist aktivist ve teorisyen Jo Freeman, 1972 tarihli ikonoklastik bir makalesinde “yapısızlığın tiranlığını” kınamıştır. Freeman, hareketlerin liderleri olmaması gerektiği konusunda ısrar edildiğinde, liderler yine de ortaya çıktığını; ancak bu liderleri seçecek ya da görevden alacak adil ve şeffaf mekanizmaların olmadığını iddia etmiştir. Bu tür durumlarda, çoğu zaman küçük bir arkadaş grubu ya da grubun kurucu üyeleri, hesap verme sorumluluğu olmaksızın fiili güç kullanmaktadır. Freeman bunun üzerinden, 1970’lerde kadın özgürlük hareketini engelleyen ve gerçek kazanımlar elde edilmesini imkânsız kılan şeyin yapısızlık olduğunu iddia etmiştir.
1960’lardan itibaren protestolar, sıradan insanların adaletsizliğe tepki verebilmelerinin en açık ve iyi anlaşılmış yolu haline geldi. Ardından, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, dünyanın kaçınılmaz bir şekilde liberal demokrasiye doğru ilerlediği ve adaletsiz rejimlere karşı kitlesel gösterilerin bu ilerlemenin kaçınılmaz bir habercisi olduğu fikri batılı gazetecilerin, politika yapıcıların ve eğitimli orta sınıfların zihnine derinlemesine yerleşti.
Ve bu görüş 2010’lu yıllara kadar da hâkim oldu. Tunus’ta ve ardından Mısır’da devrim patlak verdiğinde, pek çok yabancı gözlemciye ve hatta bazı katılımcılara bile göre sadece tek bir sonuç mümkündü: demokrasi, özgürlük, ilerleme.
Ama biliyoruz ki öyle olmadı.
Evrilen eylemler
Şimdilerde unutmak kolay ama Mısır’ın uzun süreli diktatörü Hüsnü Mübarek’i 2011 yılında deviren hareket aslında polis şiddetine karşı bir protesto olarak başlamıştı. Ancak 25 Ocak günü öğleden sonra Kahire’de, küçük bir internet grubu tarafından duyurulan protestoya beklenenden çok daha fazla insan katıldı. Yürüyüşçüler, her zamanki şiddetiyle karşılık veren polisin hatlarını aştı, ve polisler, o gün ortaya çıkan insan sayısına hazırlıksızdılar. Protestocular onları geçerek Tahrir Meydanı’na doğru ilerledi.
Gençlerden ve aktivistlerden oluşan dalgalar 28 Ocak’ta Tahrir Meydanı’na doğru ilerlerken, Cuma namazlarından sonra camiden çıkan yeni insan topluluklarını görünce hayretler içinde kaldılar. Şimdi hep birlikte, “Ekmek, özgürlük, sosyal adalet!” ve “Halk rejimin düşmesini istiyor” gibi sloganlar atıyorlardı- bu, üç gün önce deneyimli aktivistlerin bile yapmayı planlamadığı bir talepti. Mısır’ın dört bir yanından gelen protestocular ilerlerken, sanki zamanın doğasında bir şeyler değişmiş gibi hissediliyordu; sanki kelimenin tam anlamıyla tarihi ileriye taşıyorlardı.
28 Ocak protestosu çok hızlı bir şekilde bir araya geldiği için nispeten kendiliğinden gelişti ve gerçekten de lidersiz, yatay yapılı ve ideolojik olarak çeşitliydi. Mısırlı vatandaşlardan oluşan büyük bir kitle polisle çatışmaya girdi ve polis çatışmayı kaybetti. Protestocular o gece ülke genelinde 90’dan fazla polis karakolunu yaktı. Bir başka dalga ise Kahire’nin Kasr el-Nil köprüsünde polisle çatışıyordu, Nil üzerinde asılı kalarak yerlerini korudular, geri çekildiler, kayıplar verdiler ve sonra polis geri çekilene kadar tekrar ilerlediler. O noktada devrimciler istedikleri her şeyi ele geçirebilirdi, kalabalıktaki pek çok kişi için varsayılan hedef olan Tahrir Meydanı’nda kalmayı seçtiler.
Kahire’deki Tahrir Meydanı, Mısır’daki Arap Baharı protestolarının merkeziydi
Bu karar önceden planlanmamıştı ve bazı katılımcılar kısa süre sonra bu tercihin nedenlerini sorguladı. İktidar salonlarına yürümek ve oradaki kontrolü ele geçirmek daha mantıklı olmaz mıydı? Devrimci bir hareketin, rejimin propaganda yayınlarını durdurabilmek için televizyon ve radyo istasyonlarını ele geçirmesi gerekmez miydi? Her şey alınmak için oradaydı. Ama bunu yapsalardı bile onlarla ne yapılacağına kim karar verecekti ki? Bu, devrimci bir öncü tarafından yönetilen bir hareket değildi; sadece birkaç gün önce bir Facebook sayfasındaki bir etkinlikten ibaret olan devasa bir bireyler kitlesiydi.
Eylemciler, öyle ya da böyle, meydanı almayı başardılar. Ve orada kaldılar. Sonraki 18 gün boyunca Tahrir Meydanı, Mısır direniş dünyasının sembolü olan bir şekilsizlik ve yapısızlık karnavalına dönüştü. Komünistler ve dövmeli lezbiyenler, Mübarek’e karşı birleşen dindar İslamcılar ve yakın sokaklarda yaşayan çocuklarla birlikte ekmek kırıyordu. Gülen, gülümseyen, acı çeken, fedakârlık yapan ve birlikte çalışan bu insanlar yeni bir mini toplum yaratarak herkesi besliyor, güvende ve sağlıklı tutuyordu. Gehad hayatında hiç bu kadar canlı hissetmemişti.
Mübarek’i destekleyen Batılı güçler nasıl tepki vereceklerini bilemediler. Ama küresel medya biliyordu. Kameralarını Tahrir Meydanı’na çevirdiler ve muhabirlerini Kahire’ye gönderdiler. Hemen bir referans noktası ortaya çıktı: 1989’da komünizm çökmüştü ve emsal bir değişim bu kez Ortadoğu’daydı. Görüntüler kesinlikle benzer görünüyordu.
Ancak Batılı yayın organları, neler olduğunu ve hareketin neyi başarmak istediğini açıklamak için televizyona kimi çıkarmalıydı? Bu insan kitlesinin resmi bir temsilcisi yoktu ki. Bu yüzden gazeteciler, ideal olarak İngilizce ve ideal olarak izleyicilerinin takdir edeceği bir kelime dağarcığıyla açıklama yapabilecek kişileri seçtiler. Sokaklarda yaşayan, ucuz uyuşturucu bağımlısı bir genci yakalayıp Daily Show‘a çıkaracak değillerdi, her ne kadar bu çocuklardan bazıları polislere karşı cesurca savaşmış olsalar da. Benzer bir şekilde, muhtemelen CNN’de ateşli bir İslamcı ile röportaj yapmayacaklardı, her ne kadar Müslüman Kardeşler- isyana geç katılmış olmalarına rağmen- Tahrir Meydanı’ndaki en büyük örgütlü grup olsa da.
11 Şubat’ta Mübarek gitmişti. Ancak ilerleyen yıllarda yaşanacaklar laik ve solcu Mısırlı devrimcilerin hayallerini suya düşürecekti. Önce Müslüman Kardeşler seçimleri kazanacak, ardından elitlerin ve gerici Körfez monarşilerinin desteğiyle bir araya gelen yeni bir protesto hareketi seçilmiş hükümeti devirecek ve ardından ordu bir darbe yaparak 2013’ten bu yana Mübarek’ten bile daha acımasız bir rejimi yöneten Sisi’yi göreve getirecekti.
Atlantik’in diğer yakasında, batı yarımkürenin en kalabalık ikinci ülkesinde, ürkütücü derecede benzer bir dizi olay yaşanmaya başlıyordu. São Paulo’da ücretsiz toplu taşıma için kampanya yürüten Brezilyalı grup MPL de, dogmatik bir şekilde yatay örgütlenmeyi savunuyordu. MPL 2005 yılında kurulmuş olsa da ruhu itibariyle 90’ların sonlarının bir çocuğuydu ve 99 yılında Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı protestolar düzenleyen alternatif-küreselleşme hareketinden doğmuştu. Alter-küreselleşme hareketi, 20. yüzyılın diğer büyük protesto hareketlerinden daha anti-otoriter ve görünüşte daha yapısızdı. MPL de bu hareketten ilham alarak kuruluş tüzüğünde, liderlerin ya da uzmanlaşmış rollerin olmayacağını ve kararların konsensüsle alınacağını ilan etmişti. Yapılmak istenen şey kesinlikle bir Leninizm değildi. Örgütün enerjik, karizmatik kurucularından biri olan Mayara Vivian için- o zamanlar sadece 15 yaşındaydı- bu apaçık ortadaydı. 2021’de konuştuğumuzda bana “Bu nokta çok önemli” demişti. “Demokratik bir şehir inşa etmek için mücadele ediyorsak, demokratik bir harekete sahip olmalı ve demokratik bir şekilde mücadele etmeliyiz.”
2013 yılında İşçi Partisi’nin São Paulo Belediye Başkanı, sol görüşlü akademisyen Fernando Haddad, otobüse biniş fiyatlarında bir artış planladı. MPL de hemen harekete geçti. Uzlaşmaya varma ihtiyacı nedeniyle saatlerce süren toplantılarında, Haddad’ı 20 centavo’luk zammı geri almaya zorlamak için stratejilerini planladılar. İlk müdahalelerinin ardından şehrin ana gazetelerinin kapaklarında görmek istedikleri görüntüye karar verdiler: “ÜCRETLER DÜŞMEZSE ŞEHİR DURACAK” yazılı bir tabelanın önünde alevler içinde kalmış lastikler ve turnikeler.
Belediye başkanı grubun meşru olduğunu kabul etti ve müzakere teklif etti. Ancak genç solcular ve anarşistler hedeflerine ulaşmanın en iyi yolu olarak gürültülü bir halk isyanına bel bağlamışlardı. Haddad kişisel olarak MPL’den giderek daha fazla rahatsız olmaya başladı. Politikacılar arasındaki farklılıklara saygı duymadıklarını hissediyordu; kendisini genç bir muhalifken mücadele ettiği baskıcı muhafazakârlarla aynı kefeye koyuyorlardı. 2021’de yaptığımız bir diyalogda, amacının birilerini kandırmak ya da onlardan istifade etmek olduğuna inanmadığını söylemişti; üyesi olduğu İşçi Partisi, toplumsal hareketleri karar alma süreçlerine dahil etmek ve sokakları iktidar salonlarına taşımak için on yıllar boyunca geliştirdiği mekanizmalarla gurur duyuyordu. Fakat çocuklar sadece kurallara göre oynamayı reddetmekle kalmıyor, kurallar yokmuş gibi davranıyorlardı.
Ardından 13 Haziran’da polis tarafından şiddetle bastırılan ve hareketin ülkenin her tarafına yayılmasındaki katalizör olan gösteri geldi. Kısa süre içinde ülke çapında yüzbinlerce insanın katıldığı bu gösteriler 1992’den bu yana Brezilya’da düzenlenen en büyük eylemler oldu. Ancak hareket büyüdükçe, katılan insanların çeşitliliği de arttı. Bazı yeni protestocular sağcı ya da ABD merkezli iyi finanse edilen gruplarla bağlantılı, şiddetle Lula karşıtı olan ve ona “hırsız” diyen ya da odağı hükümetin sözde yolsuzluğuna kaydırmaya çalışan kişilerdi. Sonunda MPL istediğini elde etti- São Paulo’da otobüs ücretleri tekrar düşürüldü. Fakat artıkj hareket kendi başına bir hayat kazanmıştı. İsmi kasıtlı olarak MPL’ye benzeyen yeni bir “taban” grubu- MBL [Movimento Brasil Livre]- kendi gösterilerini düzenlemeye başladı. Birkaç yıl sonra MBL, başkan Dilma Rousseff’in görevden alınması için yapılan çağrılara öncülük edecekti.
Haziran 2013’ten önce Brezilyalıların yaklaşık yüzde 5’i ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük sorunun yolsuzluk olduğuna inanıyordu. Bu oran, o ay protestoların patlak vermesiyle birlikte istikrarlı bir şekilde yükselmeye başladı. İki yıl sonra bu oran yüzde 21’e yükseldi. Rousseff’in ikinci döneminde ekonomi kötüye giderken, Haziran 2013’te sokaklarda kendine yer bulan sağcı hareket, kitlesel gösteriler düzenleyerek, MPL’nin gerçekte olduğu ve kendilerinin ise kesinlikle olmadığı türden- lidersiz, tabandan gelen, siyasi olarak bağımsız- gruplar gibi davranarak duruma ayak uydurdu. (Tüm bunlar Mısır’da Sisi’yi diktatör olarak atayan askeri darbeye yol açan koşulları ürkütücü bir şekilde hatırlatıyordu). ABD destekli Lava Jato isimli “yolsuzlukla mücadele” haçlı seferiyle birlikte bu durum 2016’da Rousseff’e karşı gerçekleştirilen parlamento darbesine, Lula’nın hapse atılmasına ve 2018’de Jair Bolsonaro’nun zaferine zemin hazırladı. Hem Lava Jato hem de MBL liderleri 2019’da Bolsonaro hükümetine katıldılar.
Başlangıçtaki zaferlerini takip eden yıllarda, özellikle de MPL parçalara ayrılmaya başladığından beri Mayara Vivian depresyona girmişti. Sol medyada ve 2013’te orada olmayan insanlardan, kendisinin ve MPL’deki arkadaşlarının darbeden nihai olarak sorumlu olduğunu duymaktan bıkmıştı. Özellikle de İşçi Partisi’ndeki militanlar tarafından tercih edilen bu yaygın söylem onun sinirlerini bozuyordu.
Hatalardan çıkan dersler
Peki yanlış giden neydi? Yıllarımı dünyayı dolaşarak, Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Türkiye, Brezilya ve Ukrayna‘da kitlesel protestoların ortaya çıkmasına yardımcı olan insanlarla konuşarak, bu protestoların anlamını kavramaya çalışan uzmanlar ve hükümet yetkilileriyle görüşerek geçirdim. Onlara ne olduğunu düşündüklerini sordum. Asla suçlamaya çalışmadım. Benimle konuşan çoğu insan, niyet ne olursa olsun işlerin çok kötü gidebileceğini çok iyi biliyordu ve konuşmalarımızın duygusal yükü genellikle ağırlaşıyordu. Bu kişilerin birçoğu son on yılda yaşanan olayları anlamaya çalışırken yıllarca acı çekti.
Ukrayna’daki Yevromaydan protestoları
Sorumu her zaman şu şekilde soruyorum: “Şu anda dünyanın herhangi bir yerinde, bir tür siyasi mücadele içinde tarihi değiştirmek için savaşıyor olabilecek bir gençle konuşabilseydiniz, onlara ne söylerdiniz? Ne gibi dersler çıkardınız?“
Bu aktivistlerden öğrendiğim ilk ders çok açık ama unutulması çok kolay bir ders: Tarih, protestoların patladığı o ilk andan sonra da gelişmeye devam ediyor. Bir devrim tek bir şimşekle başlayıp bitmez- bu ister Mübarek gibi beklenmedik bir şekilde istifa eden bir devlet başkanı olsun, ister Brezilya’nın en büyük şehrinin belediye başkanı taleplerinize boyun eğsin.
Bu konuyu 2011 yılında Tahrir Meydanı için mücadele eden Mısırlı blog yazarı Mahmud Salem ile konuştum. Acı bir ironiyle ve kendi kendini küçümseyen zekâsından büyük bir pay alarak Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un yenildiği son savaş sahnesini gündeme getirdi: Neden Mübarek düşerse tüm kötülüğün yeryüzünden yok olacağını düşündüler ki? Brezilyalı MPL aktivisti Lucas Monteiro bana grubun ücret zammını geri çektirme konusundaki başarısından sonra olanlara hazırlıklı olmadığını söylediğinde gülümsedi ve ardından alçakgönüllü bir kahkaha attı. Oldukça büyük bir ayrıntıyı unutmuşlardı!
Hem o dönem São Paulo’nun belediye başkanı olan Haddad’a hem de ona karşı mücadele eden genç aktivist Mayara Vivian’a Brezilya’nın ilerici protesto hareketinin neden başarısız olduğunu sorduğumda ikisi de aynı şeyi söyledi: Não existe vácuo político– “Siyasi iktidar boşluğu diye bir şey yoktur.” Yani, eğer siyasi sistemin merkezinde bir delik açarsanız, gücü elinde bulunduranlardan alırsanız, o zaman başka biri boş alana girecek ve onu alacaktır. Sahipsiz siyasi güç, onu isteyebilecek herkes üzerinde karşı konulmaz bir çekim gücü yaratır ve kayıtlı tarihin her anında birileri onu istemiştir.
2010’dan 2020’ye kadar çok yaygın hale gelen belirli bir eylem repertuarı- görünüşte spontane, dijital olarak koordine edilmiş, yatay olarak örgütlenmiş, lidersiz kitlesel protestolar- sosyal yapılarda delikler açmak ve siyasi boşluklar yaratmak için çok iyi bir iş çıkardı. Ancak iş bunları doldurmaya geldiğinde çok daha az başarılı oldu. Ve onların dolduramadıkları boşluğu hazır bir güç vardı her zaman vardı. Mısır’da bu ordu oldu. Bahreyn’de Suudi Arabistan ve Körfez İş birliği Konseyi. Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Hong Kong‘da Pekin’di. Brezilya’da Rousseff görevden alınmadı, en azından hemen değil; ancak Haziran 2013’te kamuoyundaki etkisini kaybettiği ölçüde, bu güç MPL’nin istediği gibi anti-otoriter sola da düşmedi.
Soruma verdikleri yanıtlarda örtüşen sadece Mayara ve Haddad değildi. Sürekli gündeme gelen bir yanıt türü vardı. Sanırım bunu en iyi ya da en azından en doğrudan şekilde ifade eden kişi Mısırlı bir insan hakları aktivisti olan Hossam Bahgat olmuştu: Giza’daki ofisinde yaptığımız bir söyleşide hiç tereddüt etmeden “Örgütlenin. Örgütlü bir hareket yaratın. Ve temsil edilmekten korkmayın,” demişti. “Temsilin elitizm olduğunu düşünüyorduk ama aslında demokrasinin özüdür.”
Benzer cevapları defalarca duydum ve bu cevaplarda sözü geçen konu üzerine çalışan akademisyenlerin araştırmalarını doğruladım. Örneğin, sosyolog William Gamson, 1975 kadar erken bir tarihte, hareketlerin hiyerarşik örgütlenme biçimlerini kullandıklarında daha başarılı olduklarını tespit etmişti. Siyaset bilimci Mark Beissinger ise 2022 yılında yaptığı geniş kapsamlı bir çalışmada, Ukrayna’da 2013 ve 2014 yıllarında Maidan protestolarında görülen türden gevşek ayaklanmaların eşitsizliği ve etnik gerilimleri artırma eğiliminde olduğunu, demokrasiyi sağlamlaştırmadığını ya da yolsuzluğu sona erdirmediğini tespit etti.
Fakat tanıştığım herkes “dikeyliği” ve hiyerarşiyi desteklemeye ve temsilin önemli olduğunda ısrar etmeye başlamamıştı. Bazı insanlar aynı yerde kalmaya devam etti. Mayara Vivian, örneğin, hala genç bir punk olarak benimsediği ideallere çoğunlukla sadık kalıyor. Ancak röportajlar yaptığım yıllar boyunca bir kişi bile bana daha yataycı, daha anarşist ya da kendiliğindenlikten ve yapısızlıktan yana olduğunu söylemedi. Hareket eden herkes aynı yönde, siyasi hareketlerin nasıl örgütleneceğine dair klasik “Leninist” görüşe daha yakın bir şekilde cevaplar verdi.
2010-2020 yılları arasında dünyayı sarsan protestoların hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmadı (ve yaşanan başarısızlıklar bile küçük zaferler içeriyor). Misal, Güney Kore’deki “mum ışığı devrimi” Park Geun-hye’nin görevden alınmasına yol açtı ve Şili’nin 2019 “estallido social “i, şimdiye kadar yeni bir anayasa hayallerini gerçekleştirememiş olsalar bile, 2011 öğrenci protestosu kuşağını iktidara getirdi. Mevcut Şili hükümetinin başarısız olması tamamen mümkün; bu her zaman böyledir. Zaferin uzun bir zaman alabilir; ancak geleceğin kendisi de uzun sürdüğü için bu bir sorun olmayacaktır.
Şu da bir gerçek ki, açık bir başarısızlık olan protestolarda bile konuştuğum katılımcılardan şunu duyuyordum: en azından daha büyük bir şeyin tohumunu ektik. Uzun vadede bu mücadeleler daha büyük bir şeyin parçası haline gelebilir, her zamankinden daha güçlü bir şekilde geri dönüp kazanabiliriz. Elbette herkes böyle düşünmüyordu. Ama bu olasılık tüm görüşmelerimin üzerinde asılı kaldı. Şüphesiz, bu olasılık olmasaydı, bu insanların bana zaman ayırmaları için de hiçbir neden olmayacaktı.
Konuştuğum kişilerin her birinin, gelecekte siyasi protesto hareketlerinin nasıl örgütlenebileceğine dair, zor kazanılmış deneyimlere dayanan kendi önerileri vardı. Ancak bir avuç fikir tekrar tekrar gündeme geldi: Bir “protestonun” ne yaptığının ve toplumunuzdaki gerçek güç konfigürasyonlarında nasıl iyileştirmelere yol açabileceğinin çok iyi farkında olmak gerekir. Çoğu zaman yaklaşımlar farklı ülkelerden ya da farklı anlardan kopyalanıp uygunsuz oldukları durumlara yapıştırıldı. Taktik ve stratejiyi birbirine karıştırmamak gerekir; belirli bir eylem türü mücadelenin bir aşamasını atlatmanızı sağlayabilir ama bir sonraki aşamasını sağlayamaz. Amaç mevcut elitler üzerinde baskı kurmaksa, grevler ve boykotlar genellikle insanların bir şehir boyunca ileri geri yürümesinden çok daha iyi sonuç verir. Eğer talepte bulunmak için yeterli baskı gücü yaratılırsa, o zaman birilerinin grubu temsil etmesi ve zaferleri müzakere etmesi gerekir. Eğer mevcut elitler gerçekten ortadan kaldırılabilirse- devrimci bir durum- o zaman bir grup onların yerini almaya ve daha iyi bir iş yapmaya hazır olmalıdır. Her iki durumda da bu grup, nüfusun geri kalanına kıyasla her zaman nispeten küçük bir grup olmuştur. Asıl soru, halkın bu azınlığa kendileri adına konuşma izni verip vermediğidir.
Bazıları için, işler yolunda gitmediğinde ortaya çıkan korkunç çöküş, depresyona sürüklenme ya da bir akşamdan kalma gibi bir şeydi. Tıpkı aşırı içki içmek ya da uyuşturucu kullanmak gibi, devrimci coşkuyla da kendinizi kaybedebilirsiniz. Bazen bu coşku, duygularınızı çarpıtır ve kötü kararlar vermenize neden olur. Sürreal bir nitelik taşır ve siz bunun bedelini daha sonra ödersiniz.
Ancak bunun yanında de aynı derecede yaygın olan başka bir yorum da vardı. Bu coşku, insanın hissedebileceği en gerçek şeydir ve bir yanılsamaya indirgenemez; hayatın gerçekten nasıl olması gerektiğine dair çarpıcı, anlık bir bakış açısıdır. Yapay ayrımların ve dar çıkarcı faaliyetlerin eriyip gittiği bir dünyada her gün böyle hissedebiliriz. Toplumumuz gerçekten katılımcı olduğunda, her hareketimizde gerçekten tarih yazdığımızda ve diğer insanlarla sevgi ve uyum içinde hareket ettiğimizde, her zaman bu şekilde hissedebileceğiz. Dört yıl boyunca 12 ülkede yaptığım bu görüşmeler boyunca insanlar bu iki görüş arasında gidip geldiler.
Ve dediğim gibi, hangisini savunduklarına henüz karar veremediler.
Vincent Bevins kimdir?
Vincent Bevins muhtelif yayınlar için çalışmış ödüllü bir gazeteci ve dış haberler muhabiridir. The Jakarta Method: Washington’s Anticommunist Crusade and the Mass Murder Program that Shaped Our World (2020) ve If We Burn: The Mass Protest Decade and the Missing Revolution (2023) kitaplarının yazarıdır.
Metnin orijinali 10 Ekim 2023 tarihinde The Guardian gazetesinin internet sitesinde yayımlanmıştır.